Sırlı Sirk
Sirkin kapısında asılı duran tabelada harflerin tekinsiz gölgeleri vardı. Uzun zamandır burada oldukları belliydi, ama kaç yıldır? Belki on, belki yirmi... Rüzgâr, tabeladaki paslı çivilerin arasından süzülerek içeri girerken tabelayı hafifçe sallıyordu.
Kapının önünde durup derin bir nefes aldım. İçeri girdiğimde, eski bir bankta oturan yaşlı adam dikkatimi çekti. Üzerinde kahverengi lekeler olan, sayfaları buruşmuş bir not defterini karıştırıyordu. Çadırın içi tuhaf bir sessizliğe bürünmüştü; ne bir cambaz ne de bir palyaço vardı. Sadece adam ve defteri…
Yanına yaklaştım. Beni fark ettiğinde hafifçe başını kaldırdı, ama konuşmadı. Defterine tekrar döndü, sanki sayfalarda kaybolmuş gibiydi. Merakıma yenik düştüm ve sordum:
“Bu sirk çalışıyor mu?”
Adam gülümsedi. “Çalışmak? Evet, ama bildiğiniz şekilde değil. Herkes burada. Ama onları görmek için doğru kelimeleri biliyor olmalısınız.”
Ona daha fazla soru sormama fırsat vermeden, defterin bir sayfasını yırtıp bana uzattı.
Üzerinde eski bir yazıyla çizilmiş semboller vardı. Sanki bir harita, ama hiçbir yere gitmeyen yolları gösteriyordu.
“O defter nedir?” diye sordum.
“Bir zamanlar kaybolmuş bir kitabın gölgesi,” dedi. “Bütün hikâyelerin başladığı yer.”
Adını sormadım. O deftere neden bu kadar bağlı olduğunu da. Ama içimden bir his, bu defterin sirke ve belki de daha fazlasına ait tüm detayları barındırdığını söylüyordu.
Adam defteri kapattı ve çadırın derinliklerine yöneldi. Kararsızdım, ama içimdeki merak ağır bastı. Adımlarımı temkinli atarak peşine takıldım.
Dar bir koridora girdik. Hava aniden soğudu. Fenerlerin cılız ışıkları, duvarlarda şekilsiz gölgeler yaratıyordu. Her adım attığımda gölgeler hareket ediyor gibi geliyordu.
Derinlerden bir yerlerden bir ses geldi. Fısıltıya benzer bir ses mi, yoksa ahşapların çıkardığı bir gıcırtı mıydı? Boğazım kurudu. Tüylerim diken diken olmuştu. Geri dönmeli miydim? Ama geri dönmek için çok geçti.
Adam duraksadı, sonra başıyla ileriyi işaret etti. Önümüzde küçük bir oda vardı. Loş ışık altında, ortada eski bir masa ve onun üzerinde kapağı olmayan, sayfaları zamana yenik düşmüş bir kitap duruyordu.
Havadaki toz boğucuydu. Ama daha rahatsız edici olan, odanın sessizliğiydi. Sessizlik dediğim basit bir sessizlik değildi; tuhaf, derin ve kulak tırmalayan bir boşluğa benziyordu.
Kitaba yaklaştıkça sayfaların hafifçe kımıldadığını fark ettim. Belki ışığın oyunuydu, belki de gözlerimin yanılması. Harfler belli belirsiz titreşiyordu, sanki metin kendini okuyan bakışa göre biçimlendiriyordu. Bir adım daha attım. Bir kelime silindi, yerine bir başkası yerleşti. Anlam vermek asla mümkün değildi.
İçimde tarif edemediğim bir merak büyüdü. Bu kitap yalnızca eski bir metin değildi, sanki içinde bir şeyler saklıyordu. Sayfaların arasında gizlenmiş, keşfedilmeyi bekleyen bir hazine gibi duruyordu.
“İşte,” dedi, “bütün bu sirkin varlık sebebi.”
Yaklaştım. Kitabın sayfalarına dokundum. İçindeki kelimeler sürekli değişiyor gibiydi, sanki bir akışkanın içinde yüzüyorlardı. Osmanlıca, Arapça, Yunanca ve hiç bilmediğim dillerde parlayan satırlar… Kelimeler birbiri ardına şekil değiştiriyor, hikâyeler akıp gidiyordu.
Adam fısıldadı: “Sirk aslında buraya hapsedilen hikâyelerin bir yansıması. Her anlatı, tamamlanamayan bir cümle gibi burada asılı kalır. Sahneye bir palyaço çıktığında, bir yazar ilhamını bulmuş demektir. İp üstündeki cambaz dengesini sağladığında, bir kütüphanede yıllardır eksik olan sayfalar bir araya gelir. Buraya gelen herkes, kaybolmuş bir hikâyenin eksik parçasıdır. Senin gibi.”
Sözleri zihnimde yankılandı. Buraya nasıl geldiğimi, neden merak ettiğimi ve şu anda neden gitmediğimi düşündüm. Ama ilk kez, buranın bir çıkmaz değil, tamamlanmamış hikâyeler için bir başlangıç olabileceğini hissettim. Belki de ben de kendi anlatımın eksik cümlesiydim ve buraya, onu tamamlamak için gelmiştim.
Geri çekildim, gözlerimi adamdan ayırmadan. “Ben sadece merak edip içeri girdim,” dedim, ama sesim düşündüğümden daha kararsız çıktı.
Adam hafifçe gülümsedi. “Herkes öyle sanır,” dedi, gözlerinde garip bir anlam parıltısı vardı. “Ama kimileri, burada aradığını bulur.”
Sözleri zihnimde yankılandı. Gerçekten sadece meraktan mı girmiştim? Buraya nasıl geldiğimi düşündüm, ama bir başlangıç noktası hatırlamak zordu.
Adam, elindeki defteri usulca kapattı. Tozlu kapağını hafifçe okşadıktan sonra, onu köşedeki eski bir sandığın üzerine bıraktı. Son bir kez bana baktı ve fısıltıya yakın bir sesle konuştu:
“Bazı hikâyeler yalnızca yaşandığında anlam kazanır.”
Ona bir şey söylemek istedim ama ne desem eksik kalacaktı. Belki de bazı soruların cevabı kelimelerde değil, yaşananlarda saklıydı. Sessizce başımı salladım ve kapıya yöneldim.
Çadırın dışına adım attığım anda serin gece havası yüzüme çarptı. Bir an derin bir nefes aldım; içeride unuttuğum bir şey vardı sanki, belki de sadece oradaki atmosferin ağırlığıydı. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Dolunay vardı. Öncesine göre daha parlak, daha büyük görünüyordu. O kadar parlaktı ki, gökyüzündeki yıldızları bile soluklaştırıyordu. Sanki gözlerini üzerime dikmiş, benden bir cevap bekliyordu.
Bir adım geri attım ve çadıra döndüm. Ama orada hiçbir şey yoktu. Kumaşı soluklaşıyor, titriyor, adeta gecenin içine karışıyordu. Birkaç saniye sonra, önceden orada bir çadır olduğuna dair hiçbir iz kalmadı.
Tek bir iz olarak elimde yalnızca sıkıca tuttuğum sayfa kalmıştı. Çadırın kayboluşunu izlerken farkına bile varmadan yumruk yaparak kavramıştım onu. Şimdi, terle hafifçe nemlenmiş avucumu yavaşça açtım.
Sayfanın üzerindeki semboller durağan değildi. Tıpkı çadırın içindeki o eski kitabın satırları gibi, sürekli hareket ediyorlardı. Harfler birbirine karışıyor, şekil değiştiriyor, bazen tamamen kaybolup yeniden beliriyordu. Bir an için anlamlı kelimeler oluşturacakmış gibi birleşiyor, sonra tekrar çözülerek akışkan bir form kazanıyorlardı.
Sanki sayfa canlıydı. Ya da belki de içindeki hikâye hala yazılmaya devam ediyordu.
Ve o an anladım. Bu, bir son değil, anlatıların bir parçası olmanın verdiği o derin duyguydu. İlk kez, hikâyelerin içinde olmanın gerçek mutluluğunu hissettim.
Mart 2025, Samsun.