Evliyâ Çelebi’de Van Gölü Canavarı Anlatısı
Evliyâ Çelebi’de Van Gölü Canavarı Anlatısı
Günümüz Türkçesi Hali
Ve garip ibretlerden biri de şudur: Erzurum kalesi ile Ahlat kalesi arasındaki Süphan Dağı civarında “Ayn-ı Çemenzâr” adında korkunç bir seyirlik yer vardır. Allah bizleri affetsin! Bu pınar yalçın kayalardan fışkırır, sert taşlardan aşağıya akarken öyle bir gürültü kopar ki, kulak sağır edecek bir ses çıkar. Bu uğultu, iki fersah (yaklaşık 10–12 km) uzaktan bile işitilir. Bu su bir süre akar, sonra ortadan kaybolur. Eğer bir insan ya da herhangi bir hayvan bu sudan içerse, o anda insan ölür; hayvanlar da aynı şekilde hemen can verirler. Yani zehirli bir su, adeta ölümcül bir maddedir, dediler. Ben (Evliya Çelebi) oradan geçtim ama bu hâli bizzat görmedim. Ancak Kenzikli Hacı Cârullah adında hayırsever bir zat bana şöyle anlattı: “Bu zehirli pınarın doğduğu yerden batışına kadar olan sağ ve sol taraflarında o kadar çok hayvan kemiği vardır ki, sayısını ancak Allah bilir. En sonunda hacca gittiğim yıl döndüğümde, kendi malımdan üç bin kuruş harcayarak bu pınarın doğuşundan batışına kadar olan iki tarafına kireç ve taşla sağlam duvarlar ördürdüm. Maksadım, hayvanlar bu sudan içip ölmesinler diyedir.” Ve o Hacı Cârullah böyle anlatmıştı. Ayrıca, bu pınarın sağında solunda ne bir ot, ne bir bitki, ne de bir yapı izi vardır, dedi.
Süphan Dağı’nın sıcak sularının övülmesi: Süphan Dağı’nın kuzeyi ile doğusu arasında, dağlar içinde büyük bir ılıca vardır; yaylaya gidip gelenler burada yıkanır, ancak suyu son derece sıcaktır. Diğer kaplıcalar gibi kubbeyle örtülü değildir, açık havada, geniş bir havuzu olan bir kaplıcadır. Suyu zırnıhlıdır (madenli) ve içine girenlerin saç sakalı dökülür, fakat kadınlara çok faydalıdır; çamurunu uyuz olan biri vücuduna sürerse Allah’ın izniyle şifa bulur. Âdilcevaz Kalesi’nin kuzeyinde, Süphan Dağı eteklerinde “Hazret-i Ali Kayası” denilen bir kaya vardır; bu kayalar, Mısır’daki Tur Dağı’nın Allah’ın cemalinin tecellisiyle parçalanması gibi, yine Allah’ın emriyle parça parça olmuştur. Rivayete göre bu kayaların içinde iki ejderha yaşarmış; bunlardan biri Hz. Peygamber’in hicretinden sonra Erzurum halkını yemeye gitmek istemiş, fakat Resûlullah’ın sancaktarı Abdurrahman Gazi ejderhayı görüp “Nereye gidiyorsun ey mübarek?” diye sormuş, ejder de “Erzurum halkını yemeye gidiyorum” deyince Abdurrahman Gazi “Dur ey yılan, Allah’ın emriyle taş kesil!” demiş ve ejderha Allah’ın izniyle kara taşa dönüşmüş. Bu taş Erzurum Kalesi’nin güneyindeki Eğridağ üzerindedir; diğer ejderha ise Süphan Dağı eteklerindeki Hazret-i Ali Kayası mağarasında kalmıştır. Abdurrahman Gazi, kerametinin gücüyle “Ey Süphan Dağı, Allah’ın emriyle bu ejderhayı tut!” deyince, Allah’ın “Fettâh” isminin kudretiyle kayanın mağara girişi kapanmış ve ejderha içeride hapsolmuştur; o günden bu yana da orada mahpus olarak kalmıştır. İşte bu yüzden o yüce dağa “Süphan (Su‘bân) Dağı” denmiştir. Mağaranın içinde hapsedilen ejderhanın sıcak nefesi, hareketleri ve gazabından saçtığı ateş yüzünden Hazret-i Ali Kayası parça parça olmuştur.
Başka bir rivayete göre, Mukaddesî’nin tarihinde yazıldığı üzere, Miyafarikin (Silvan) Kalesi halkı Hazret-i Circis’i (Aziz George) tam kırk defa ateşe atıp yakmışlardır. Ancak Yüce Allah rüzgâra emredip onun külünü bir araya toplamış, Circis Peygamber yeniden dirilmiş ve yine inkârcı kavmi dine davet etmiştir. Sonunda o halktan hiçbiri iman etmemiştir. Bunun üzerine Hazret-i Circis onlara beddua etmiş, ve bu bedduanın ardından Süphan Dağı’ndaki ejderhalardan biri mağarasından çıkıp Miyafarikin halkını bütünüyle yiyerek şehri harap etmiştir. Daha sonra Circis Peygamber dua edip bu ejderhayı Allah’ın emriyle Süphan Kayası’nda hapsetmiştir. Mukaddesî, eserinde bu olayı bu şekilde kaydetmiştir.
Bir başka rivayete göre, Peygamber Efendimiz’in hicretinden sonra ejderhalardan biri Abdurrahman Gazi’nin duası bereketiyle Erzurum’da taş kesilince, diğer eşi Süphan Dağı’ndaki mağarada yalnız kalmıştı. Bu ejderha zamanla Azerbaycan’a ve Diyarbakır’a kadar gidip geçtiği her yeri harap etmiş, ülkeleri yakıp yıkmıştı. Nihayet Ahlat ve Van halkı büyük bir korku içinde Hz. Peygamber’e gelip, “Ey Allah’ın Resûlü! Evlerimizi, ailelerimizi bir ejderha yiyor, yurtlarımızı yerle bir etti!” diye şikâyet ettiler. Bunun üzerine Resûlullah, “Yetiş ey Ali! Git, o ejderhayı Zülfikâr’ınla öldür!” diye buyurdu. Hz. Ali hemen Düldül’e binip yola çıktı, uzun menzilleri aşıp Süphan Dağı’na vardığında ejderhanın Van Gölü’nden su içtiğini gördü. O anda Allah’ın aslanı Ali, büyük bir nara atarak Düldül’ü mahmuzladı, elindeki Zülfikâr kılıcıyla ejderhanın karşısına dikildi. Ejderha ateş püskürterek Ali ile uzun süre savaştı; sonunda Allah’ın emri ve Resûlullah’ın fermanıyla Hz. Ali ejderhayı öldürdü. Ejderha can acısıyla yuvarlanarak Van Gölü’ne düştü ve boğuldu. Hz. Ali sonra ejderhanın mağarasına gitti, içinde ejderhanın yavrusunun olduğunu gördü. Mağaraya girmeyip kayanın üzerinde iki rekat namaz kıldı, dua etti. Duasının ardından Allah’ın emriyle mağaranın kapısı kapanıp mühürlendi; işte o kapalı kaya, hâlâ Süphan Dağı’nda açıkça görülmektedir. Tarihçilerin yazdıklarına göre, Süphan Dağı eteklerindeki Ali Kayası’nda hapsedilmiş olan ejderha, Hazret-i Ali’nin duasıyla orada mahpus kalmıştır; işte bu yüzden o kayaya “Ali Kayası” denir, diye bir başka rivayet de bu şekilde nakledilmiştir — gerçekten de güzel söylemişler.
Sonuç olarak şöyle denir: Hazret-i Ali kerremallahu veche, Van kıyısında ejderhayla çarpışıp Su‘bân’ı öldürdüğü zaman, o yılanî yaratık parçalanıp ölmüş, cesedi Van Gölü’ne düşmüş; dalgaların sürüklemesiyle leş parçası Van Kalesi yakınındaki sahile vurmuş, çürüyüp geriye sadece kemikleri kalmıştır. Daha sonra, 525 (H.) yılında Van Kalesi’ni yaptıran Kılıç Arslan Şâh bu ejderhanın kemiklerini toplatıp demir zincirlerle bağlantılar kurarak Rıbat ve Veled kuleleri arasına asmış; böylece karadan ve denizden gelen gezginler gelip bu ibretlik görüntüyü seyretmişlerdir. Ta ki 805 (H.) yılında Timur Han Maveraün-nehir’den gelip Van Kalesi’ni üç yıl kuşatmış, bahçeler dikip meyvelerini yemiş ama kaleyi tam fethedemeyip geri çekilirken, kale duvarından indirdikleri ejder kemiklerini on katar deveye yükleyip Hindistan’a götürmüşler, orada hâlâ sergilenmekteymiş diye rivayet olunur; ben ise Hindistan’a gidip bunu görmedim. Allah’tan hayır ve afiyet dilerim.
Evliya Çelebi kendi ağzından şöyle anlatır: Bu bahsi geçen, öldürülmüş ejderhanın mağarada hapsedilmiş yavrularının bulunduğu yere ben de gittim. Kayaların çevresini gezip seyrettik, “Bu mağaradan yahut şu parçalanmış kayalardan bir ses gelir mi acaba?” diye merak edip kahvemizi içtikten sonra yaklaşık bir saat kadar bekledik; fakat hiçbir ses duymadık. Sonunda arkadaşlarımızdan birinin akılsız bir kölesi elindeki Basra mızrağını kayalardaki bir delikten içeri soktu; mızrak sanki yumuşak bir şeye dokunmuş gibi ses çıkarmadı. Tam o anda mağaranın içinden gök gürültüsüne benzer uğultulu bir homurtu işitildi; hepimiz korkuya kapıldık. Derhal geri çekildik, fakat kayaların arasından kara bir duman bulutu yükseldi, pis kokular saçıyordu. O köle mızrağını bırakıp kaçtı, biz de korkudan kaçtık; fakat ejderhanın kendisinden hiçbir iz görmedik. Yine de birçok kimse, “Kayaların çatladığı yerden ejderhanın kuyruğunun elli altmış arşın kadar dışarı çıktığını gördük,” diye yemin ederdi. Ben ise yalnızca gök gürültüsüne benzer bir ses işittim.
Hazret-i Ali’nin ejderhayı öldürmesiyle ilgili keramet menkıbesi şöyle anlatılır: Bir zaman Hazret-i Gazanfer Ali —yani cesurların aslanı, Allah’ın velîsidir— Düldül adlı atına binmiş halde Van Gölü kıyısında ejderhayla çarpışırken hem yün hırkası hem de Düldül’ün gövdesi ejderhanın kanıyla kıpkırmızı olmuştu. Hz. Ali cebinden bir parça sabun çıkarıp Kamber ile birlikte atını ve üzerini yıkamaya başladığında gördüler ki Van Gölü’nün suyu azap suyundan yaratılmış olup, yılan zehri kadar öldürücü bir sudur. Bunun üzerine Hz. Ali dua etti, Kamber de “Âmin” dedi: “İlahi, bu Van Gölü’nde yıkanan atlar ve diğer hayvanlar her türlü hastalıktan kurtulup etli, yağlı ve güçlü olsunlar; ayrıca bu gölün balıkları da çok lezzetli olsun.” O günden bugüne Van Gölü’nde yıkanan atlar ve diğer hayvanlar semiz ve sağlıklı olur, balıkları da pek lezizdir. Bir başka menkıbede ise şöyle denir: Hz. Ali, ejderin kanına bulanmış hırkasını Van Gölü’nde yıkarken, elinden bir parça sabun suya düşer. O zaman Hz. Ali, “İlahi! Bu gölde elbiselerini yıkayanların giysilerini, benim sabunumun bereketiyle, sonsuza dek tertemiz eyle!” diye dua eder. O duanın bereketiyle, Van Gölü’nün suları bir zamanlar zehirli iken, o günden bugüne sabunsuz dahi elbiseleri bembeyaz temizleyen bir hale gelmiştir; bu hâl dillerle tarif edilemez.
Allah’ın kudretinin hikmetli bir tecellisidir ki, Âdilcevaz kalesinin kuzeyine yakın bir yerde, Süphan Dağı’nın eteklerinden berrak bir kaynak suyu akar. Bu suyun geçtiği yerlerde taşlar oluşur; öyle ki civardaki birçok yapı için taş bu sudan çıkarılır. Bazı usta mimar ve duvarcılar, istedikleri biçimde tahta sandıklar yapar, içine bu sudan doldurur ve içine az miktarda tuz katarlar; Allah’ın emriyle o su taş kesilir ve granit gibi sert ama ilahi bir hikmetle hafif bir taş olur. Hatta bu taştan kapı kemerleri, ocak başlıkları, merdiven ayakları ve çeşitli eşyalar yapmak mümkündür. Ustalar, ihtiyaçlarına göre tahtadan yahut çamurdan kalıplar yapar, içine bu sudan döker, donunca taş haline gelir. Gerçekten de seyretmeye değer bir garipliktir. Allah’a hamd olsun, Âdilcevaz’da bu kadar hayret verici manzaraları gördükten sonra yine doğu yönüne doğru, bazen gül bahçeleriyle süslü bağlar içinden, bazen de göl kıyısından ilerleyerek dokuz saat yol aldık.
Osmanlı Türkçesi Orijinal Metin
Ve mine'l-acâ’ib, ibret-nümâ-yı garîb: Kal‘a-i Erzurûm ve kal‘a-i Ahlat ile bu Sübhân dağı mâbeynehümâlarında bir temâşâgâh-ı mahûf vardır. Allahümme afvenâ, ana Ayn-ı Çemenzâr derler, yalçın kayalardan tulû‘ edüp seng-i hârâlardan aşağı ol uyûn pertâb etdikde sâ‘ikasından âdemin kulağı asamm olup sadâsı iki fersah mesâfe-i ba‘îdeden istimâ‘ olunur. Bu ayn bir haylice cereyân edüp gâ’ib olur. Eğer âdem eğer gayrı hayvânât bu sudan nûş etseler ol ân âdem merhûm olup devâbât makûlesi mürd olurlar. Semm-i helâhilden nişân verir bir sudur, dediler. Bu hakîr yakîn geçdik ammâ görmedik. Hatta Kenzikli Hacı Cârullah nâm bir sâhibü'l-hayrât kendi hikâyet etdi kim "Bu ayn-ı hummenin yemîn ü yesârında gurûbuna varınca ol kadar dağî hayvân üstühânları var kim hadd ü hasrın Hudâ bilür. Âhir-ı kâr Hacdan geldiğim sene mâlımdan üç bin guruş hasbeten-lillah harc edüp bu ayn-ı hummenin tulû‘undan gurûbuna varınca iki tarafında kârgîr kireç cibis ile metîn dîvârlar etdim ki hayvânâtlar nûş edüp helâk olmayalar" deyü sâhibü'l-hayrât el-Hacı Cârullah hikâyet etdi. Ve bu aynın yemîn ü yesârında asla nebâtât u giyâhât ve imârâtdan bir nişân yokdur, dedi.
Sitâyiş-i germâb-ı cebel-i Sübhân: Bu kûh-ı Sübhân'ın şimâliyle şarkîsi mâbeyninde dağlar içre bir azîm ılıca vardır. Cümle yaylaya gidüp gelenler girüp gasl ederler ammâ gâyet ıssıdır. Lâkin sâ’ir hummeler gibi kıbâblar ile mebnî değil bir küşâde kaplıcadır, ammâ havzı gâyet vâsi‘dir ve suyu zırnîhlıdır. Her bâr giren âdemlerin saçı ve sakalı dökülür. Ammâ nisâ tâ’ifesine gâyet nâfi‘dir. Ve çamurundan uyuz olan âdem vücûduna sürse cerebden bi-emrillah halâs olur. Ve mine'l-garâ’ib sun‘-ı İlâh vâcibü's-seyr: Bu Âdilcevâz kal‘asının şimâlinde Sübhân dağı dâmeninde Hazret-i Alî kayası nâm bir sahrâ-i benâm vardır. Bi-emrillahi Ta‘âlâ ol kayalar Mısr'ın Süveys deryâsı kenârı kurbünde Tur dağı tecellî-i cemâl-i Rabbü'l-İzzet'den niçe pâre pâre olmuşsa bu Hazret-i Alî kayası dahi eyle pâre pâre olmuşdur. Ammâ bu kayanın niçe kerre yüz bin pâre olması sebebi oldur kim bu kaya içre bi-emrillahi Ta‘âlâ iki ejderhâ sâkin idi. {Bu mahalle rivâyet-i uhrâ Hazret-i Circîs'in karşu sahifede yazıla matlab} Biri hicret-i nebeviyyeden sonra Erzurûm halkını tenâvül etmeğe vardıkda alemdâr-ı Resûlullah olan Hazret-i Abdurrahmân Gâzî bu ejderi görüp "Kande gidersin ya mübârek" deyüp emr-i Hudâ ol ejder lisân-ı hâl ile "Erzurûm halkın yemeğe giderim" dedikde hemân Abdurrahmân Gâzî "Kıf yâ su‘bân, bi-emrillah misle'l-hacer!" dedikde bi-izni Hudâ ol ejder kara taş olmuşdur kim Erzurûm kal‘asının cânib-i cenûbundaki Eğridağ üzre yedi yüz yetmiş [244a] adım kaddi ki kara taş olduğu kal‘a-i Erzurûm evsâfında mufassaldır. Bu ejder Erzurûm'da taş olunca öbür eşi bu Sübhân dağı dâmenindeki Alî Kayası gârı içre kalır. Hemân Abdurrahmân Gâzî kerâmet kuvvetiyle "Yâ cebel-i Sübhân imsik bi-emrillah su‘bân" deyince bi-emri Fettâh Allah kayanın mağara kapusu sedd olup mezkûr ejder içinde mahbûs olup ilâ hâze'l-ân kalmışdır. {Anınçün bu kûh-ı serbülende Su‘bân dağı} Ba‘dehû derûn-ı gârda mahpus olan ejderin germiyyetiyle ve gâr içre harekât u sekenâtıyla ve gazabından âteşfeşânlığıyla mezkûr Alî Kayası pâre pâre olmuşdur.
Rivâyet-i uhrâ: Mıkdısî tevarihinde tahrîr etdiği üzre kal‘a-i Mifârıkîn'de Hazret-i Circîs'i kırk kerre âteşe yakdılar. Cenâb-ı Bârî rûzgâra emr edüp küli bir yere cem‘ olup yine Circîs Nebî hayât bulup yine küffârları dîne da‘vet ederdi. Âhir birisi İslâm ile müşerref olmayup Hazret-i Circîs bu Mefârikîn kavmine bed-du‘â edince bu Sübhân dağındaki ejderin biri gârından gelüp bu Mefârikîn halkını cümle yiyüp Mefârikîn kal‘ası mu‘attal kalur. Ba‘dehû "Hazret-i Circîs du‘â edüp ejderhâ-yı mezbûru Sübhân kayasında Sübhânallahu Ta‘âlâ emriyle haps olunmuşdur." deyü Mıkdısî böyle tahrîr etmiş.
Rivâyet-i diğer: Ba‘de hicreti'n-nebeviyye bu ejderin bir eşi Erzurûm'da Abdurrahmân Gâzî'nin du‘âsı berekâtıyla taş oldukda bu eşi Sübhân dağı gârında yalınız kalınca ta Âzerbaycân'a ve Diyârbekir'e varınca eli vilâyeti harâb u yebâb etdüğünde niçe ahâlî-i büldân ve kavm-i Ahlat-ı Van Hazret-i Risâlet'e gelüp "Yâ Resulallah dâr-ı diyârımızı ve ehl [ü] ıyâlimizi bir ejderhâ yeyüp hânelerimizi pâymâl-i rimâl etdi" deyü tazallum etdiklerinde hemân Hazret-i Resûl-i kirâm "Yetiş yâ Alî, ol su‘bânı Zülfikârınla katl eyle!" deyüp destûr verince der-ân Hazret-i Alî-i Kerrâr Düldül'e süvâr olup kat‘-ı menâzil ederek Sübhân dağına geldikde görse kim ejderhâ Van deryâsından su içer. Hemân Kerrâr Alî ol Esedullah-ı Velî bir na‘ra-i Allah'a rehâ buldurup Düldül'e mahmîz edüp dal-ı tîğ-ı zülfikâr olup ejder ile mukâbele oldukda su‘bân âteş-feşânlık edüp bir hayli ceng ederler. Âhir bi-emrillahi Ta‘âlâ fermân-ı Resûlullah ile ejderi katl eder. Su‘bân cân acısıyla galtân {olarak} Van deryâsına düşüp gark olur. Hazret-i Alî ejderhânın mağarasına gelüp görse derûn-ı gârda ejderin yavrusu var. Gâra girmeyüp taşra kaya üzre iki rek‘at salât-ı hâcet kılup du‘â eder. Ba‘de's-senâ bi-emrillah gârın kapusu sedd olduğu hâlâ mezkûr kayalarda zâhir ü bâhirdir. Müverrihânların tahrîrleri üzre bu Sübhân dağı dâmeninde Alî Kayası içre mahpus olan Hazret-i Alî du‘âsıyla mahpusdur kim anınçün "Alî Kayası derler", deyü bir rivâyet dahi böyle tahrîr etmişler, hakkâ ki yahşı demişler.
Menâkıb-ı netîce: Ol zamân ki Hazret-i Alîyy-i Kerrâr kerremallahu veche sâhil-i Van'da ejderhâ ile ceng edüp su‘bânı katl idince su‘bân, yılanın bir nev‘i olmağile gecerek mürd olup pür-potur olarak su‘bânın lâşe-i murdârı Van deryâsına düşüp talattum-ı deryâ ile ejderin lâşesi Van kal‘ası kurbünde leb-i deryâya düşüp cîfe-i murdârı çürüyüp üstühânları kalur. Ba‘dehû sene 525 târîhinde Van kal‘asın binâ eden Kılıç Arslan Şâh ejderhânın kemiklerin cem‘ edüp demir zencîrler ile cümle üstühânları tertîb üzre dizüp Van kal‘asının aşağıdaki Rıbat kullesi ve Veled kullesi mâbeynine zencîrler ile ibret-nümâ içün mezkûr kemikleri âvîze edüp cümle seyyâhân-ı berr ü bihâr gelüp seyr [ü] temâşâ ederlerdi. Ta ki sekiz yüz beş târîhinde Timur Hân Mâverâü'n-nehir'den hurûc eyleyüp kal‘a-i Van'ı kâmil üç sene muhâsara eyleyüp bâğ diküp meyvesin yeyüp âhir fethi müyesser olmayup hâ’ib ü hâsir gider oldukda Hindistân'e tehî dest gitmemek içün mezkûr ejderhânın kemiklerin aşağı kal‘a dîvârından alup on katar develere kemikleri tahmîl edüp Hindistân'a götürüp hâlâ anda (---) (---) (---) (---) (---) (---) (---) (---) (---) (---) râygândır, derler. Ammâ hakîr Hindistân'a varmamak ile görmedim. Allahümme yessir bi'l-hayr ve'l-âfiye.
Hikâye-i vâkıf-ı esrâr hakîr Evliyâ-yı pür taksîr: Bu merkûm maktûl ejderin mahpus olan oğulları mağarası yanına varup kayaların seyr [ü] temâşâ edüp "Mezkûr gârdan ve pâre pâre kayalardan bir sadâ zâhir ola." deyü tahta'l-kahve tenâvül idince bir sâ‘at muntazır olduk, asla bir sadâ istimâ‘ olunmadı. Âhir refîklerimizin bir sefîh gulâmı elindeki Basra kargısı mızrağın kayalar deliğinden içeri sokup mızrak bir yumuşak şey’e dokunur gibi takırdamazdı. Anı istimâ‘ etdik kim gâr içre ra‘d-vâr bir gıjgırıklı kerrâr işidilüp cümlemiz havfe düşdük. Hemân ale'l-akîb kayalar arasından ebr-i siyâh gibi bir müte‘affin duman çıkup mezkûr gulâm cıdâsın bırağup firâr edüp bizler dahi karârı firâra mübeddel etdik, ammâ ejderin vücûdundan bir eser görmedik. Ammâ niçe kerre kayaların çatladığı mahalden "Ejderin kuyruğu elli altmış arşın taşra çıkdığın gördük", deyü yemîn eden âdemlerin hadd [u] pâyânı yok idi. Ammâ hakîr ra‘d gibi bu mahalde sadâsın istimâ‘ etdim.
Menâkıb-ı kerâmet-i kâtil-i su‘bân Alî Kerrâr-ı zamân: Kaçan kim Hazret-i Gazanfer Alî, ol Düldül-süvâr-ı Velî, Van bahri kenârında ejderhâ ile bâz-geşt ederken hırka-i peşmînesi ve Düldül-i üstür-dâbbesi ejderin hûnuyla surh-gûn olmuşdu. Hazret-i Alî cilbendinden bir sabun pâresi çıkarup Kamber ile Alî Düldül'ün yıkarken gördüler kim Van deryâsı Azâb suyundan hâsıl olmağile zehr-i mâr-ı semm-i helâhildir. Hazret-i Alî du‘â edüp Kamber âmîn deyüp "İlâhî, bu Van deryâsında gasl olan atlar ve gayrı hayvânâtlar cemî‘i emrâzdan selâmet olup lahm u şahm sâhibi olalar ve Van bahrinin mâhîleri gâyet lezîz olalar" deyü du‘â etdiler. İlâ hâze'l-ân Van bahrinde gasl olan atlar [244b] ve gayrı hayvânâtlar mahbûb u semîn ü cesîm olurlar. Menâkıb-ı diğer: Yine Hazret-i Alî ejder kanıyla mülevves olmuş hırkasın Van bahrinde gasl ederken ba‘de'l-gasl destinden bir kıt‘a sabunu Van deryâsına düşüp Hazret-i Damâd-ı Nebî, ol Alî Kerrâr-ı Velî eydür; "İlâhî, bu deryâda esvâbın gasl edenlerin siyâbların benim sabunumla inkırâzu'd-deverân pâk u pâkîze eyle." deyü du‘â etdüğinden ilâ yevminâ hâzâ Van bahri bir semm-i helâhil iken sabunsuz bir gûne beyâz esvâb yıkanır kim diller ile ta‘bîr olunmaz.
Hikmet-i sun‘-ı Hudâ: Bu kal‘a-i Âdilcevâz'ın şimâline karîb yine Sübhân dağı dâmeninden gelir bir ayn-ı mâlih cereyân eder, ammâ gâyet berrâkdır. Bu aynın tarafeyninde cereyân eden sudan taş olup kalmışdır. Niçe binâlara andan taş keserler ve ba‘zı mi‘mâr-ı bennâlar murâdları üzre tahta sandûklar yapup içine mezkûr sudan koyup ol su içre sehelce tuz idhâl etseler bi-emrillah ol su taş olur kim seng-i hârâdan nişân verir, ammâ bi-emri Hudâ hafif taş olur. Hatta kapu kemerleri ve ocak paşmakları ve nerdübân ayakları ve niçe gûne eşyâlara lâzım olduğuna göre tahtadan yahûd çamurdan kalıplar yapup ana göre suyu dondurup taş olur. Garîb temâşâdır. Hamd-i Hudâ Âdilcevâz'ın bu mertebe seyr [ü] temâşâların edüp andan yine cânib-i şarka kâh bâğ u bâğçe-i gülistânlar içre kâh leb-i deryâ ile 9 sâ‘atde.
Kaynak:
Evliyâ Çelebi. Seyahatnâme, cilt 4. Haz. Seyit Ali Kahraman ve Yücel Dağlı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001, 99–100.