Okurun Kudreti
Alberto Manguel
Hâlâ gizemini koruyan, eğer açığa çıksa, belki de sıradan görünecek, nedenlerle, milattan sonra sekizinci yüzyılda şair Publius Ovidius Naso, İmparator Agustus tarafından Roma’dan sürgün edilmiştir. Ovid (yüzyıllar boyunca ona hayranlıkla bağlanan okurların yalnızca bir adına indirgediği bu şair), hayatının son yıllarını Karadeniz’in batı kıyısındaki ıssız bir kasabada, Roma’ya duyduğu hasretle geçirmiştir. O, bir zamanlar imparatorluğun kalbinin tam ortasında, yani o dönem için dünyanın merkezinde yer alıyordu; dolayısıyla sürgün onun için adeta bir ölüm fermanıydı. Çünkü Roma’sız bir hayatı tahayyül bile edemiyordu. Ovid’nin kendi anlatımına göre, bu imparatorluk cezasının temelinde bir şiir yatmaktaydı. O şiirin dizeleri bugün elimizde yok; ama belli ki bir imparatoru dahi dehşete düşürecek kadar güçlüydüler.
Zamanın başlangıcından beri ki zamanın anlatısı da nihayetinde bir hikâyedir, kelimelerin tehlikeli varlıklar olduğunu biliriz. Mezopotamya’da, Mısır’da, Antik Yunan’da, kelimeleri icat edip kayda geçirebilen kişi, yani yazan insan, ki Anglo-Saksonlar ona “yaratıcı” anlamında the maker derlerdi, tanrıların gözdesi, yazma yetisiyle kutsanmış seçilmiş biri olarak kabul edilirdi. Sokrates’e göre ki bu anlatıyı ya başkasından aktarmış ya da kendisi kurgulamıştır, yazı sanatı, aynı zamanda matematiği, astronomiyi, dama ve zar oyunlarını da icat eden Mısır tanrısı Theuth’un buluşuydu. Theuth, bu icadını Firavun’a sunduğunda, bunun hafıza ve bilgelik için bir reçete olduğunu ileri sürmüştü. Ancak Firavun ikna olmadı: “Senin bulduğun şey,” dedi, “hafıza için değil, hatırlatma içindir. Ve öğrencilerine sunduğun gerçek bilgelik değil, sadece onun görüntüsüdür; çünkü onlara birçok şeyden söz edecek ama aslında hiçbir şey öğretmeyeceksin. Böylece çok şey bildiklerini sanacaklar ama çoğu zaman hiçbir şey bilmeyecekler; gerçek bilgiyle değil, bilgelik kuruntusuyla dolacaklar.”
O günden bu yana yazarlar ve okurlar, edebiyatın toplumda gerçekten bir etki yaratıp yaratmadığını tartışagelmişlerdir; yani edebiyatın bir yurttaşın oluşumunda bir rolü olup olmadığı meselesini. Bazı insanlar, Theuth ile aynı fikirde olarak, edebiyattan öğrenebileceğimize, bizden önce yaşamış olanların deneyimlerini paylaşarak, yüzyılların birikmiş bilgisini hafızamıza katıp bizi bilgeleştirdiğine inanmışlardır. Diğerleri ise Firavun’a katılarak, şair W.H. Auden’ın da söylediği gibi, “şiir hiçbir şeyi değiştirmez” der; yazıyla korunan hafızanın hikmet doğurmadığını, hayal gücünün ürünü olan sözcüklerden hiçbir şey öğrenilemeyeceğini ve zorlu zamanların, yazının başarısızlığının birer kanıtı olduğunu savunurlar.
Doğrudur. Gezegenimizi yok etmeye yönelik kör budalalığımızı, kendimize ve başkalarına acı çektirmekteki durmak bilmez hâlimizi, açgözlülüğümüzün, korkaklığımızın ve kıskançlığımızın sınır tanımazlığını, diğer canlıların arasında salınırken sergilediğimiz kibri gördüğümüzde; yazının, ister edebiyat olsun ister başka bir sanat, bize gerçekten bir şey öğrettiğine inanmak zorlaşır. Larkin’in şu dizelerini okuduktan sonra bile:
Ağaçlar yapraklanıyor,
Sanki neredeyse bir şey söylenecekmiş gibi.
Hâlâ bütün bu vahşetleri işlemeye muktedirsek, belki de edebiyat gerçekten hiçbir şeyi değiştirmiyor demektir.
Yine de, en az bir açıdan bakıldığında, bütün edebiyat bir tür yurttaşlık eylemidir; çünkü edebiyat bir hafızadır. Her edebi eser, aksi hâlde yazarının et ve kemikleriyle birlikte yok olup gidecek bir şeyi muhafaza eder. Okumak, bu insana özgü ölümsüzlük hakkını geri kazanmaktır; çünkü yazının hafızası kuşatıcıdır, sınır tanımaz. Tek tek insanlar olarak az şeyi hatırlarız; olağanüstü hafıza örnekleri, örneğin Pers kralı Büyük Kiros’un ordusundaki her askerin adını biliyor olması, bile kitapçılarda rafları dolduran ciltlerin yanında önemsiz kalır. Kitaplarımız, tarihimizin, esin anlarımızın ve vahşetlerimizin kayıtlarıdır. Bu anlamda bütün edebiyat bir tanıklıktır. Fakat bu tanıklıkların içinde sadece kayıtlar olmaz, aynı zamanda o esin anları ve vahşetler üzerine düşünceler de vardır; başkalarının da paylaşabilmesi için sunulmuş esin sözleri ve sessiz kalmaması gereken vahşetleri kuşatan, ifşa eden sözler. Bize daha iyi şeyleri; umudu, teselliyi, merhameti, hatırlatırlar ve aslında bunlara da hepimizin muktedir olduğunu ima ederler. Hepsini her zaman gerçekleştiremeyiz, bazen hiçbirini başaramayız. Ama edebiyat, bu insani niteliklerin orada olduğunu, korkunçluklarımızın ardından tıpkı doğumun ölümü izlemesi gibi onları da izlediklerini hatırlatır. Onlar da bizi tarif eder.
Elbette, edebiyat kimseyi adaletsizlikten, açgözlülüğün cazibesinden ya da iktidarın yarattığı sefaletlerden kurtaramayabilir. Ancak içinde bir şey olmalı ki, her diktatör, her totaliter rejim, her koltuğu sallantıda bürokrat onu yok etmeye çalışır: kitapları yakarak, yasaklayarak, sansürleyerek, ağır vergilere tâbi tutarak, okuryazarlık davasına yalnızca sözde sahip çıkarak, ya da okumayı elitist bir uğraş gibi göstererek. William Blake, halk önünde yaptığı bir konuşmada, Napolyon hakkında şöyle demiştir: “Gelin Buonaparte’a ve bu sözü kim üstüne alınacaksa ona öğretelim: İmparatorluk sanatı peşine takmaz, sanatın peşinden gider.” Napolyon o zamanlar bunu dinlememişti; bugünün küçük Napolyonları da dinlemiyor. Binlerce yıllık deneyime rağmen, bu dünyanın Napolyonları hâlâ şu gerçeği kavrayabilmiş değil: Onların yöntemleri nihayetinde sonuçsuz kalır. Edebi hayal gücü yok edilemez, çünkü hayatta kalan gerçeklik, açgözlülüğün düş gücü değil, işte tam da o edebi hayal gücüdür. Augustus, Ovid’yi sürgüne gönderdiğinde, büyük ihtimalle şairin eserinde kendisine yöneltilmiş bir suçlama olduğunu sezmişti ve bunda haksız da değildi. Bugün bile dünyanın bir yerinde, biri açıkça ya da dolaylı biçimde uyarı veren bir kitabı susturmaya çalışıyor, bazen bunu başarıyor da. Yine de imparatorluklar yıkılıyor, edebiyat yaşamaya devam ediyor. En sonunda, yazarların ve okurlarının birlikte kurduğu düşsel mekânlar ki etimolojik anlamıyla “rastlamak”, “keşfetmek”tir bu, varlıklarını sürdürüyor, çünkü aslında onlara gerçek adını verdiğimizde, biz o dünyaya “gerçek dünya” demeliyiz. Geri kalan her şey, bunu artık anlamış olmamız gerekir, yalnızca özsüz bir gölge, kâbusların hammaddesi. Ve sabah olduğunda, ardında tek bir iz bile bırakmadan silinip gidecek.
Çeviren: M. Altuğ Yayla
(Haziran 2025)