Latîfî'nin Gözünden 16. Yüzyılda Tahtakale
Latîfî'nin Gözünden 16. Yüzyılda Tahtakale
Bu yazıda, 16. yüzyıl Osmanlı dünyasının tanınmış müellifi Latîfî'nin (ö. 1582) 1574'te III. Murad'a sunduğu ve İstanbul'un semtlerini anlattığı ve günümüzde genellikle Evsâf-ı İstanbul olarak bilinen eserinde Tahtakale'ye ayırdığı bölümü günümüz Türkçesine aktarmaya çalıştım.
Tahtakale hakkında birkaç not... 16. yüzyıldan itibaren Tahtakale, İstanbul'un liman bölgesiydi ve bugün olduğu gibi o dönemde de her kesimden insanın yollarının kesiştiği bir muhit olarak öne çıkıyordu. Semtin yoğun ticaret ve kalabalığı, 16. yüzyılda kahvehanelerin ilk kez burada ortaya çıkmasının nedenlerinden biri olabilir.
Tarihi ("Asıl") Tahtakale (Haber Bağlantısı)
Metnin Günümüz Türkçesine Uyarlaması
Altıncı Fasıl: Tahtakale’nin Özelliklerinin Açıklanmasıdır
Zamanın zariflerinin toplandığı, irfan ehlinin sohbet mekânı olan; gönül sahiplerinin dönüp dolaştığı, makbul ve hoş bir gezinti yeri bulunan Tahtakale’nin her köşesinde türlü acayiplikleri seyretmek ve gariplikleri temaşa etmek mümkündür. Kalabalıklar ve hengâmeli topluluklar içinde kimi, tarih hikâyecilerinden renkli menkıbeler dinleyip gözlerini uykuya, başlarını toz toprağa teslim eder; kimi, eski hikâyeleri nakledenlerden tatlı efsaneler işiterek kendinden geçer; kimi de kendi talihine yemin edip anlatılan haberi tuhaf bulur ve kıssahanlara yönelir. Kimileri de oyuncuların acayip oyunlarını ve garip sanatlarını seyredip bu tuhaflıklara hayran kalır.
Burası ferahlık veren, seyri gamlı gönülleri rahatlatan;
Dertli gönüllerin içini açan bir yerdir.
Tatlı hikâyeler gam dağıtır;
Gönül eğlencesidir oyuncaklı eğlence.
Ve her tarafta irfan sırlarının türlü acayipliklerine hayran kalan Seyyid Mahmud-ı Hayrânî gibi niceleri, Mısır’ı bir delikten, Hindistan’ı iğne deliğinden seyreder gibi gezer; gök kubbenin mavi mürekkep hokkasında âlemin unsurlarının nasıl birleştiğini bilir; dünyanın hâllerinin sırlarına her yönüyle vakıf olur.
Gönülde bilgi olmayan kişi,
Bir kıl kadar derdi dağ sanır.
Böylece dünya gamını def etmiş, neşeli, güleryüzlü, şen bir hale gelir; yaşlı feleğin sakalına, zamanın çiftçisinin (yani dünyanın kendisine) kaşına gülerek bakar; zamanın tozunu gönül aynasına bulaştırmamak için güzel kokular gibi ferahlatıcı hâller edinir, dilber dudağı gibi gönül açıcı sözlerle neşesini artırır ve bu beytin anlamına uygun davranır.
Her kim gönlü daraldığında biraz beng (esrar) iç;
Ya da gül renkli şaraptan bir iki kadeh iç
diyerek, dünyada ne kadar bengci, berşçi (afyonlu esrar tüketen), şarap içici ve zevk düşkünü varsa hepsi o toplulukta toplanmıştı. Kimi kızıl şarabı içip günlerin sıkıntısını kızıllığa boğmuş, gülfam kadehlerden birkaç yudum almış; kimi “varakü’l-hülyâ” denen hayal verici karışımın etkisiyle kendini unutmuş; kimi berşin sarhoş edici kuvvetiyle coşup kıssahanlar gibi orada meydan tutmuştu.
Kimilerinin dumanı ağır geldiğinden kanı çekilmiş, hâl değişikliklerinden ve mizaçlarının sıkıntısından kaplan gibi hırçınlaşmış, kederli hale gelmişlerdi. Hayalden doğan evhamlar ve bozuk düşünceler onları öfkeye sürüklüyor; sivrisinek vızıltısı bile huzurlarını bozan bir yük hâline geliyordu.
Bedenleri zayıflıktan bir hayale, şekilsiz vücutları hilal gibi eğri büğrü bir hâle dönmüş; daha önce dolunay gibi olan yüzleri incelip hilal gibi kalmış, garip suretler ve tuhaf kılıklar edinmişlerdi. Çok afyon ve berş tüketmekten vücutları tamamen berş kesilmişti; yedikleri berşin rengi yüzlerine vurmuş, benizleri safran sarısına dönmüş; aşırı zayıflıktan, sararmış, cılız bedenleri mumyayı andırır hale gelmişti.
Bünye zayıflığından harap olmuş kalıplarında candan bir nebze kalmış, solgun yüzleri ölü rengini andırır biçimde donuk ve renksizdi. Bu girişte anlatılan hâl üzere, varlıklarını sürdürebilmeleri ve hayatlarının devamı hep o zehirli gıdaya (yani berş ve afyona) bağlıydı; birkaç gün bu dünyada ödünç alınmış bir canla yaşarlar,
Ve canlarını ceplerine koyup yanlarında taşırlar.
Keyifleri tazelendiğinde yeniden yeni bir can bulur,
“Bu çürüyüp dağılmış kemikleri kim diriltecek?” (Yasin 36/78) ayetinin sırrını kendi hâllerinde müşahede ederlerdi.
Öyle zayıflamış ki bedeni telek gibi olmuş,
Kurumuş bir et yığınına dönmüş.
Teninde bir damla kandan eser yok,
Sanki ölü, candan iz yok.
Gözleri ve yüzü sararmış,
Dişleri çürüyüp kimisi kararmış.
Açık ağzı gözüyle uyuklayarak bakar,
Uyuklarken sayıklaması tuhaf bir manzara oluştururdu.
Tahtakale’nin Hokkabazlarının ve Oyunbazlarının Özellikleri
Tıpkı Dahhâk gibi zehirli yılanını “panzehir” diye satmak için iki omzuna yılan almış nice yalancı yılan oynatıcıları; olay anlatıcıları, yılan yiyicileri ve sahte şifa reçetesi satanlar orada toplanmıştı. Yine bin türlü sahtekâr müneccim, elinde usturlab, dilinde gevezelik; yıldızların ve gezegenlerin hareketlerini Büzürcmihr’e benzer bir edayla anlatıp insanların bakışlarını oyalayan yıldızların uğurlu ve uğursuz hâllerini bildiğini iddia ederdi. Güya göklerin sırlarına vakıf olup takvimden talih hesapları çıkarır, yıldızların burçlarda dolaşmasını çarpık bir anlayışla yorumlar; hangi olayın olacağını, olmadan önce bildiğini söylerdi. Hikmet gözetlemek bahanesiyle göklerin gizlilerini korsan gibi çalmaya kalkışır, sırları gördüğünü iddia ederdi.
Eğer müneccimler gerçekten bir şey bilseydi,
Her biri yerden mal fışkırtırdı!
Hokka ve tas oyunları yapan çarh ustaları, çevik ve hızlı parmaklı hokkabazlar; dünyanın güneş etrafındaki dönüşünü hokkalarıyla saklar, gök kubbenin çarkını da cübbelerinin etekleri altında gizlemek isterlerdi.
Bu kadar oyun oynadı göğün hokkabazı,
Fakat gördüğünü bir daha hiç göstermedi sana.
Kâsebazlar, göğün kâsesini ve ay ile güneşi andıran tabaklarını çevirdikçe; âşıkların ah dumanını temsil eden çubuklar gibi parmaklarında döndürürlerdi. Her köşede talimhaneler kurulur, âşıkların göğsündeki yaraları işaret eden gösteriler yapılır; sanki rızaya ermiş bir yiğit gibi kader oklarına göğüs gererlerdi. Çokça ok ve yayla uğraştıklarından, gök kubbede adeta Yay burcuna veya bir ok menziline dönmüşlerdi.
Keman kaşların ve kirpiklerinin oku,
Göğsümü ok meydanına, yahut bir talimhaneye çevirmiştir.
Tahtakale’nin Yemeklerinin Özellikleri
Söz konusu mekânın her köşesinde türlü yiyecek dükkânları ve her çeşit tatlıcı tezgâhları hazır bulunur; bu çeşit bolluğu ile Keykâvus’un mutfağına benzer, eğlence oyunlarının çokluğuyla da nice hükümdarların hasret duyacağı bir şöhrete sahiptir. Bir yanında şeker satıcıları bal ve şeker satar; diğer yanında şekerci esnafı çeşit çeşit kesme şekerler hazırlayarak seslerini yükseltir. Güzellerin bel inceliğine benzeyen şekerli elmalar, sevgililerin güzelliğini andıran şekerli ayvalar, kalıplar halinde fil, at, keklik, karga şekilli şekerlemeler; bütün bu tabakları süsleyip dükkânların önünü donatır.
“Nefsin hoşlandığı şey göze de hoş görünür” sözünün gereği olarak her türden ince ve taze yiyecekler; “Temiz gıda müminlere helvadır” hükmüne uygun olarak nefis helvalar, şekerli börekler, yağlı çörekler, çevirmeler, iştah açıcı kavurmalar… “Olgun şey şifadır” sözünün işaret ettiği üzere doğru söz gibi hoş turşular; sağlam söz gibi faydalı ekşiler de eksik değildir.
Her köşe nefis yiyeceklerle dolu,
Baharatlı macunlar, zerde ve herise kaynar.
Berş ve sebkin (afyonlu karışımların) acılığını ve kuruluğunu gidermek için bal ve şekerden yapılan tatlı şerbetler hazırlanır; rengârenk nimetler görenlerin iştahını kabartır, ağızlarını sulandırır. Gürültü ve kalabalık içinde açlık ve nefsin galebesiyle her aç ve yoksulun safra kesilir, içi burkulur.
Susuz olanlar suyun kıymetini bilirler;
Zira susuzluk insana yakıcı bir hâl verir.
Ve dünyanın ne kadar şaşkın, sarhoş, bahtsız, işveli ve zarif oyunbazı varsa burada toplanır. Kimi, ağzından kum dökülür gibi laf eden bir güzeli elde etme derdine düşerken; kimi talihsiz, nefsine yenik âşıkların eteği kirlenmiş gönül oyunlarını seyretmekle oyalanır. Bu hâle bakıldıkça:
Nice âşık var, nice maşuk çoktur;
Kavuşmanın metaına yüzlerce alıcı bulunur.